Munzur Gözeleri
Gece boyu usul usul yağan yağmur ve 9 saatlik güzel bir uyku sonrası 06:00'da kalktım. Aslında biraz daha yatak keyfi yapabilirdim ama yanlarına park ettiğim Munzur Baba tesislerinin buranın yerlisi fakat İzmir'de yaşayan sahibi Ali Rıza Bey geldi ve arabasını benimkinin yanındaki dar alana park etmeye çalıştı. Ben de kalkıp aracımı biraz yana çektim ki rahat park etsin. Sonra tekrar yatmayıp Munzur'da elimi yüzümü yıkadım ve ruşeymli orman üzümlü bisküvi, hurma ve kahveden oluşan kahvaltımı yaparak güzel bir sabah yürüyüşü için hazırlığımı yaptım.
Bu arada, bisküvimden birkaç parça ikram ettiğim ve Koç adını verdiğim kangal da benim peşimi bırakmadı ve gözelerin üstündeki sis içinde kalmış tepelere doğru yürüyüşümde bana eşlik etti. Aşağıya kadar inmiş bulutların bıraktığı su damlacıklarının, güzel manzaranın ve mis gibi serin havanın verdiği o muhteşem güzel hisle; herşeyin O'nda, O'nun herşeyde olduğu, sürekli bir enerji döngüsü içindeki bu güzel evrende Sadık olarak vücut bulmanın huzuru içinde, soluduğum o an ve sahip olduklarım için şükrettim.
Düşünüyorum da, şu anki türü homosapiens olarak adlandırılan insanoğlu maalesef varlığının ve sahip olduklarının kıymetini bilmiyor. Ya lanet ediyor yaşadığı hayata, sahip olamadıklarının ve sömürülmenin verdiği kızgınlık içinde, ya da kendisine fazlası ile yetecek sahip olduklarının kıymetini bilmeden, büyük bir kibir ve ego zehirlenmesi ile daha da, daha da fazlasına sahip olmak için sömürüyor, hak yiyor, yedikçe yiyor, doymuyor, önüne geleni de yıkıp geçiyor, sanki şu kısa hayatta vücut bulduğu yaşamı hiç son bulmayacakmış gibi.
Ne diyeyim, kainatın düzeni bu. "Yin-Yang" felsefesi tam da buna işaret ediyor. Her şeyin bir zıttı, karşıtı, negatifi var, zıttı ile var olan ve ancak bir araya gelip bütünleşince anlam taşıyan "karşıtların birlikteliği". Her ne kadar göreceli olsa da; iyi ile kötü, siyah ile beyaz, gece ile gündüz, acı ile tatlı, güzel ile çirkin, vb. gibi. Kainattaki canlı cansız, görüp görmediğimiz her varlığın yapısını oluşturan atomun çekirdeğine hapsolmuş pozitif (+) elektrik yüklü proton ve çevresinde dalga geçercesine serbestçe ve hızla dönüp duran negatif (-) yüklü elektron gibi. Protonlar ile birlikte çekirdeğe mahkum olmuş nötr (0) nötronlar da arada kaynayıp gidiyor işte, ne olduğunu anlamadan...
Hayat denen şey tam da bu işte. Dengeyi, ahengi bulabilmek... Ezelden beri var olmuş ve ebediyete dek var olmaya devam edecek atomlarımızın yani enerjinin geçici olarak bizde vücut bulduğu misafirliğini, eğer yapabiliyorsak denge ve ahenk içinde sürdürebilmek...
Atom bir enerji olduğuna, kainattaki tüm varlıklar da atomlardan oluştuğuna göre bizler de safi enerjiyiz. Termodinamiğin kanunlarından biri der ki; enerji asla yok olmaz, durağanlaşır, sönümlenir fakat sonra tekrar başka formlarda hayat bulur. Ne güzel ve huzur verici değil mi, hep var olmak ?..
Öyle ise, kainattaki tüm varlıklar, ta o 13 küsur milyar yıl önce gerçekleşen büyük patlama yada big bang dediğimiz, atom altı bir parçacığın, bir Tekilliğin parçalanması ile oluşan müthiş enerji sonucu varlık buldu, enerji de hiç yok olmuyor ise, kainattaki tüm varlıklar, yani enerjiler de şu anda geçici olarak form buldukları vücutlarını, şekillerini kaybedip yeni bir form bulacaklar sürekli, sonsuz bir döngü içinde. Varlık, yada yaşam döngüsü dediğimiz şey tam da bu işte.
Yaşam da, bu kainat içinde o yüce tekilliğin parçası olan her şeyin ama her şeyin, zıtları olmakla birlikte, karşılıklı değer verme, sevgi ve saygı ile bir denge ve ahenk içinde mevcut varlığını sürdürebilme becerisi değil midir? Ben öyle olduğuna inanıyor ve büyük bir huzur buluyorum, şu anda dağın yamacındaki yüzlerce yerden (ki 300 küsur tespit edilmiş) coşku ile kaynayarak, size hayat vermeye geldim, canlı cansız farklı formlarda ve vücutlarda hayat bulup tekrar tekrar döneceğim bu yere, sizin, her şeyin bir parçası olarak diyen, Munzur Gözelerinden kaynayıp çağlayan buz gibi suyun yanında.
Ne demişler;
"İnsan Hak'tır, Hak insanda,
Ne ararsan var insanda"...
Taaa ilerilere, bulutların öpüştüğü sırtlara kadar yürüdüm. Gördüğüm farklı çiçeklerin fotoğraflarını çektim. Mis gibi havayı soluyup manzaranın tadını çıkararak defalarca şükrettim. Şükür, şükür, şükür...
Paylaşmak gerçekten ne güzel. Evren, yani kainatta her şey ama her şey bir harmoni ve denge içinde birbirinden alıp vererek yaşıyor. Bitkiler, toprak, su ve güneşten alıp hayvanlara insanlara veriyor. Hayvanlar da öyle. Ama ya insanlar !.. İstisnalar kaideyi bozmaz ama biz insanoğlu almayı çok seviyoruz. Vermeye gelince ise koca bir sıfır... Neden paylaşmıyoruz, paylaşmayı beceremiyoruz, doğadaki, evrendeki diğer paydaşlarımız gibi, neden? Nedir, nedendir insanoğlunu zehirleyen bu ego, kibir, hırs ?.. Hani bir deyiş vardır, kendine Müslüman olmak diye. Bizler öyleyiz. Benciliz. Güzel ve iyi şeyleri kendimize istiyor, başkalarını dışlıyoruz. Başkalarını derken evrendeki insan, hayvan, bitki, canlı cansız herşeyi dışlıyoruz, sanki onlarla bu evreni paylaşmıyormuşuz, bu evren, doğa sadece bize aitmişçesine. Neyse derin konu bunlar. Oksijen tüpü ile dalmak gerek, o da yanımda yok. Başka zamana kalsın felsefi ve sosyolojik açıdan bu konuyu irdelemek...
Sultan Munzur Ocağı ve Gözeler
Ali Baba Dede'nin anlattığı, benim de verdiği kitapçıklardan anladığım kadarı ile Munzur Gözelerinin farklı efsanevi hikayeleri var. Birine göre (ki bunu Pir Sultan Abdal Ocağından rahmetli Ali Erdem Dede anlatmış); Pir'in çobanı olan 17-18 yaşındaki Munzur adlı genç Pir hacda iken bir tas içinde Pir'e helva götürmüş. Pir hacdan gelince tası da getirmiş ve kendisine saygı gösterip elini öpen halka Munzur'un da elini öpün demiş. Munzur da "Ağam, Pirim varken benim elimi öpmek, haşa..." demiş ve geri geri 40 adım çekilmiş. Ovacık'ta bastığı kırk yerden, gözelerden su fışkırmaya başlamış. O günden sonra Sultan Munzur pir kabul edilmiş. (Kaynak: Pir Sultan Ocağından Ali Erdem, 2 Ocak 2014)
Bir diğer benzer hikaye de, ki benzer olan helva ve tas kısmı, şöyle: Tunceli Ovacık Koyungölü, yani gözelere yakın Kedek Köyünde aslı Celal Abbaslı olan Hacı Dedenin torunu Munzur, dedesi hacda iken ninesine "dedemin canı helva istiyor, bir tas helva ver de götürüp vereyim" diyor. Haccı tamam eden dede gelirken tası yanında getiriyor. Munzur da sağdığı bir kova sütle dedesini karşılamaya gidiyor. Halk dedenin elini öperken dede de elindeki tası gösteriyor ve "hacda iken bana sıcak helvayı işte bu tasta Munzur getirdi" deyip Munzur'u kıyan ediyor. Halk, keramet çıkarmış diye Munzur'a giderken Munzur da elindeki sütü döke döke kaçmaya çalışıyor. Sütün döküldüğü her yerden bembeyaz su fışkırıyor, Munzur da bugün Sultan Munzur Ocağı denilen gözenin kayadan fışkırdığı yerde güvercin olup uçuyor...
Efsaneler, mitolojiler, masallar... Hepsi de o ya da bu şekilde bir yaşanmışlık barındırıyor içinde ama zaman içinde anlatıla anlatıla anlatıla şu ya da bu şekilde değişip bugünkü halini alıyor. Hani komutan subayına emir vermiş, o emir komutandan kademe kademe en alt seviyedeki ere gelinceye kadar bambaşka birşey olmuş çıkmış. Sezen Aksu'nun dediği gibi "İşte öyle bir şey"...
Haaa, unuttum. Ali Baba Dede'nin anlattığına göre helva tası söz konusu olduğunda işin içine Hatayi mahlasını kullanan Safevi hükümdarı Şah İsmail de girer ve rivayet odur ki; Şah İsmail bu helva tasını bulmak için Munzur Gözelerine gelmiş. Gözelerden çıkan suların muhtelif yerlerde toplanıp küçük havuzlar yapması için duvarlar, bentler ördürmüş. Son duvarı yarım bırakıp gidince sormuşlar kendisine, niye yarım bırakıp gidiyorsun diye. O da, aradığım tası buldum, artık gitme zamanı demiş. O helva tası bugün İran Erdebil'de bulunan Şah İsmail'in türbesinde imiş. 2019'da Gürcistan ve Azerbaycan üzerinden İran'a gidip gezdiğimde, Erdebil'deki Şah İsmail ve babası Şeyh Haydar'ın türbelerini ziyaret etmiştim ama tas dikkatimi çekmedi. Bu hikayeyi bilmiş olsaydım o tası ne yapar eder sorup bulurdum. Erdebil'e bir dahaki gidişimde ki ömrüm vefa ederse gideceğim, varsa, o tası göreceğim...
Munzur ile ilgili efsaneler, hikayeler bu kadar. Gelelim işin gerçek kısmına ve aktaralım şuracığa; Ali Baba Dede, Pir Sultan Abdal ve Şah Hatayi'den birer deyiş:
DEYİŞ MUNZUR'A
On iki İmamların yolu var diye
Cennetten sürmüşler adem atayı
Dilinden Muhammed Ali var diye.
Güvercin donunda kayaya girmiş
Munzur suyu onun sütünden gelmiş
Şah İsmail onun temelin kurmuş
Cemali nurdandır Ya Munzur Baba.
Üçbin beşyüz metre en yüksek tepe
Cümle dağlar senin elinden öpe
Helvası gerçektir hiç yoktur şüphe
Cemali nurdandır Ya Munzur Baba.
Suları soğuktur çıkar derinden
Beş parmak taşını götürmüşler yerinden
Ben bilirsen haber al birinden
Cemali nurdandır Ya Munzur Baba.
Ali Baba yazar kendi köyünden
Erenler cem olmuş Pirin yolunda
Kırkların içtiği engür suyundan
Cemali nurdandır Ya Munzur Baba.
Ali Baba yazar kendi köyünden
Munzur'un seyri Kerbela'dan
İçimiz yanıyor ta Madımak'tan
Cemali nurdandır Ya Munzur Baba.
Ali Baba Dede, Ovacık Ziyaret Köyü, (1935-)
Ali Baba Dede |
SULTAN SUYU GİBİ ÇAĞLAYIP AKMA
Durulur gam yeme divane gönül
Er başında duman dağ başında kış
Erilir gam yeme divane gönül
Bizden selam söylen dosta gidene
Yuh yalancıya da lanet madana
Bunca düşman ardımızdan yeltene
Yorulur gam yeme divane gönül
Şah-ı Merdan önümüzde kılavuz
Yıkılır mı Hakkın yaptığı havuz
Üç günlük dünyada her yahşi yavuz
Dirilir gam yeme divane gönül
Pir Sultan Abdal'ım sırdan sırada
Bu iş böyle oldu kalsın burada
Cümlemizin yeltendiği murada
Erilir gam yeme divane gönül
Pir Sultan Abdal, Banaz - Uşak, (1480-1550)
Pir Sultan Abdal |
HATAYİ'DEN...
Bir gece rüyama gir Hacı Bektaş
Günahlarım günahından bezerim
Özüm Dara çektim sor Hacı Bektaş
Yandı bu garip kul nedir çaresi
Yine tazelendi yürek yaresi
Onulmaz dertlere derman olası
Bu senin bendindir sar Hacı Bektaş
Derdimin dermanı yaramın ucu
Dört güruh mevcuttur güruh-ı Naci
Belinde kemeri başında tacı
Yüzünde balkıyor nur Hacı Bektaş
Gahi bulup olup göğe ağarsın
Gahi yağmur olup yere yağarsın
Ay mısın gün müsün kandan doğarsın
Derdimend Hatayi eder niyazı
Ulu pir katardan ayırmaz bizi
Bu mahşer günüdür isterim sizi
Muhammed önünde var Hacı Bektaş
Şah İsmail - Hatayi (1487-1524)
Şah İsmail - Hatayi |
Aracın yanına döndüğümde iki komşu vardı aracın her bir tarafına park etmiş. Birisi haşlanmış mısır satan Mustafa Abi, diğeri ise muhtelif kuruyemiş ve meyve satan Osman Abi.
Kuruyemiş satan, etraftaki köylerden Osman Abiden Kilis Karası (Antep Karası da deniliyor) iri siyah kuru üzüm, dut kurusu ve bir de "kavut" denilen öğütülmüş buğday, arpa ve dut kurusu karışımı aldım. Bu karışımı kendisi köyünde hazırlıyormuş. Çok lezzetli. Kuru yendiği gibi su, süt, çay, kahve vb. ile de karıştırılabiliyor, tereyağında hafif kavrulup yenilebiliyormuş. Yollarda tüketmenin yanısıra, ekstradan birkaç kilo daha aldım eve götürmek için. Sonradan buraya not düşmek istedim; gerçekten Osman Abi'nin tavsiye ettiği kadar varmış. O kadar lezzetli, pratik, besleyici, tok tutucu ve sağlıklı ki bütün seyahatim boyunca en tercih ettiğim yiyecek oldu desem yanlış olmaz.
Bu arada, komşu olup tesislerinde konaklayıp gecelediğim Munzur Baba Tesislerinin sahibi Ali Rıza Bey, oğlu Gökhan ve tüm çalışanları ilk andan beri bana yardımcı olup çok iyi davrandılar, kendilerinden hiçbir şey alıp yemediğim halde. Bir ara baktım ki tüm personel, Ali Rıza Bey'in yeğeni Dilek Hanım ile birlikte müzik eşliğinde halay çekiyorlar pür neşe içinde. Son anda yakalayıp çekebildim kısa bir videolarını.
Birden bastıran ve birkaç saat yoğun şekilde devam eden yağmur Munzur'un çağıldayan buz gibi suyu ile buluşunca ilginç bir şekilde hafiften buharlaşarak bir sis bulutu oluşturuyor Munzur'un üstünde, buz gibi soğuk su ile göreceli olarak daha sıcak olan yağmur kucaklaşınca; iki sevgilinin ateş gibi yanan dudaklarının buluşması gibi...
Dedim ya kainatta her şey bir denge ve döngü içinde süregidiyor ahenk ile. Yağan yağmur yeraltı sularını besleyip kayalardan buz gibi çağıldayıp fışkıran Munzur'a hayat veriyor. O da çiçeklere, böceklere, binbir çeşit nebat ve hayvana ve bunun kıymetini bilmeyen biz insanlara...
Hava birden soğudu yağmur sonrası. Sanırım Ovacık'a geçeceğim geceleme için bu gece. Yarın sabah da hareket ederim Tunceli'ye, güzelliği destan olan Munzur Vadisini geçerek. Umarım görüşürüm Kominist Başkan Maçoğlu ile. Sonuçta bir bakıma onun için kaldım buralarda birkaç gün, sırf yaptıkları ile beğenimi kazanan Maçoğlu Başkan ile görüşmek için...
Ovacık
20:30 gibi Ovacık'a geri geldim ve geçen gece gecelediğim aynı yere aracımı park edip kominist başkanın yeğeni Mirzali'nin aynı zamanda tekel bayi olan marketine gittim. Ben Mirzali'ye yanlış hatırlama ile Mehmet derken o beni hoşgelmişsin Sadık Abi diye karşıladı. Biraz sonra da babası Murat Bey geldi ve Mirzali de belediye binasının üst katındaki salonda gerçekleşen düğün için ayrıldı. Ben de katılabilir miyim düğüne diye sorunca, o ne demek abi tabii ki gel istediğin zaman diye yerini bana tarif etti. Geçen gün aldığım kırmızılardan cabarnet, boğazkere ve öküzgözü kupajı olan Hazar Fen ve memleketim Denizli Bekilli'nin Küp'ünden birer tane daha aldım. Murat Bey ile memleketin ahvali hakkında biraz sohbet ettikten sonra şişeleri arabaya koyup sıcak bir çorba içmek için karşıdaki otelin restoranına gidip mercimeğimi içtim.
İçim ısınıp karnım doyduktan sonra da istikamet direkt düğün oldu. Kader ile Ali'nin bu mutlu gecelerinde halay çekilirken ve kına merasimi yapılırken birkaç kare fotoğraf aldım ve kendilerine mutluluklar diledim.
Bu bölgenin düğünlerinde halay hiç bitmiyor. Kınadan sonra başladı yine halay faslı. Sanırım gecenin sonuna, herkes yorulana kadar da devam edecek kadınlı erkekli halay çekme. Bu arada, daha sonradan öğrendim ki damat bey Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül'ün yeğeni imiş. Şişli'li Sarıgül değil, yanlış anlama olmasın. Ovacıklı, kominist başkanın akrabası Sarıgül...
Düğünden çıkıp aşağıya inince sokağın karşısında bugün Munzur Gözelerinde benim arabanın yanında haşlanmış mısır satan Mustafa Abi ile karşılaştım. Akşamüzeri Ovacık'a gelmiş, yarın sabah tekrar Gözelere gidip akşama dönecekmiş. Mazot fiyatlarından şikayet edip duruyor, Trabzon'dan buraya 400 km, 1500 lira yaktım diyordu. Ben de gündüz Gözeler, gece Ovacık günde toplam kaç mısır satıyorsun, 100 mü diye sordum. Ne yüzü, 50-60 satsam iyi dedi. Ben de, Gözeler buradan 15, git gel 30 km, nereden baksan 90-100 yakıyorsun, bu da demektir ki senin sattığın mısırın sadece 2 lirasını mazot maliyeti oluşturuyor, bunun tüpü var, mısırın, tuzun, ambalajın vb. maliyeti var, senin emeğin bir kenara dedim. Haklısın, ben de nasıl yapacağımı, nasıl fiyat söyleyeceğimi şaşırdım, bu işi hiç yapmasam daha iyi dedi. Sohbet koyulaştı, Türkiye turumda izleyeceğim rotayı sordu. Trabzon Araklılı imiş. İki ay sonra bizim oradan geçersen seni misafir eder bir güzel gezdiririm dedi. Bu arada, düğünden çıkan gençler gelip iki mısır aldı.
Yerel giysileri ile Ovacıklı Emre Bey, nam-ı diğer Emoş |
Ben de gençlerle maliyetler, fiyatlar, ekonomi ve ülkenin durumu hakkında sohbete dalmışken hemen karşıdaki Polis Karakolundan bir polis arkadaş gelip sohbete katıldı. Adı Gökmen, Kars Susuz Çamçavuş köyündenmiş. Babası Nizamettin Hoca emekli öğretmenmiş. Çıldır Gölüne gideceksen bizim köyün yakınından geçeceksin, lütfen babama uğra selamımı söyle, seni bir güzel ağırlarlar, bir de bizim oralarda şimdi çok lezzetli mantar olur, ondan yedirsinler sana dedi. Telefonlarımızı paylaştık. İki yıldır Ovacık'ta imiş. Tayini çıkmış, yakında Eskişehir'e ailesinin yanına gidecekmiş. Uzun ve güzel bir sohbet sonrası vedalaşıp ayrıldık. İyi bir arkadaş Gökmen, tanıştığımıza sevindim doğrusu...
Bu arada, düğünden ağlayarak bir kadın çıktı. Daha sonra öğrendik ki düğünde halay çeken, benim de halay çekerken fotoğrafladığım genç bir kadının tansiyonu düşmüş, bayılmış. Ambulans geldi alıp götürdü. Düğün biraz tatsız sonlandı gibi. İnşallah önemli birşey değildir. Geçmiş olsun...
Dört çeker otelime gelip gezi notlarım üzerinde biraz çalıştıktan sonra 02:00 gibi yattım. Sabah erken kalkıp Munzur Vadisinden geçerek Tunceli'ye, kadim Dersim'e gideceğim. Birkaç gün oradayım, her şey yolunda giderse...
~©~
0 Yorumlar