06:30'da kalktım ve biraz daha diyerek tekrar yatttım 08:00'e kadar. Kahvaltı sonrası Ovacık'ın 14 km batısındaki Munzur Gözelerine hareket ettim.
Munzur Gözeleri
Gözelerden kaynayan suyun coşkulu aktığı Munzur boyunca harika manzara ve Kazım Koyuncu eşliğinde yavaş ve keyifli bir yolculuk sonrası gözelere vardım. Munzur suyunun güney kısmında, suyun ve gözelerin hemen yanında bir ailenin işlettiği, gözelerden önceki Munzur Baba adlı son tesiste suyun kenarında güzel bir yere demir atıp etrafı keşfe çıktım.
Gözelerden yukarı, suyun kenarından doğru binbir renkli, bazıları endemik çiçeklerle bezenmiş vadide yürüyüşe çıktım ve o müthiş güzel çiçeklerin fotoğraflarını çektim. Çiçekten çiçeğe konan bir arı gibi ben de kondum o güzelliklere, usanmadan teker teker...
Yukarılardan doğru tek başına gelen, zamanında boşaltılmış Tunceli İpsor köyünden Erdal arkadaş ile Munzur'un sırttaki kayalardan değil de, vadideki küçük çimenlik bir düzlükten kaynayan son gözesinin yanında tanıştım ve ayaküstü doğa, insanlar, Alevilik ve Bektaşilik üzerine güzel bir sohbet ettik.
Dönüşümü Munzur'un karşı tarafından yaptım. Sultan Munzur Ocağı denilen, altından su kaynayan gözelerden birindeki kayalara çerağ yakarak dilek dileyip dua edilen Sırlanma Mekanına geldim.
Çerağ denilen, balmumu kaplı kaput bezli çıra. Hemen yanında çerağ satan bir iki köylüden Ali Baba Dede adındaki yaşlı amcayla sohbet ettim. Ali Baba Dede bu işi çocukluğundan beri yapıyormuş ve kendisini Munzur Babanın bekçisi olarak görüyor. Kara güneş gözlüklü bu hoşsohbet amcanın birkaç poz fotosunu aldım ve verdiği 3 çerağı Arınma Mekanındaki, altından su kaynayan taşlara yakarak diktim. Tabii ki bir dilek ile...
Sırlanmanın anlamı şu imiş:
"Bütün tutkulardan, aşırı isteklerden, hırsa bağlı geçici dileklerden, eğilmelerden kurtulmayı, Özüne dönmeyi benimseyip ikrar alma; ölmeden önce ölmek..."
Ne kadar anlamlı, ne kadar güzel... Tam da benim yaşam felsefemi, düşüncelerimi yansıtıyor. Eee, ne de olsa Bektaşi torunuyum...
Araca döndüğümde hemen yanıbaşındaki sergide karışık kuruyemiş ve bizim cevizli sucuk dediğimiz, buralarda "orçik" denilen müthiş lezzetli şeylerden satan, Karayollarından emekli, yakın köylerden 55'li Hasan Abi ile tanıştım. İçi bol cevizli, dışı üzüm veya dut pekmezi ile kaplanıp kurutulmuş orçikleri köyünde kendi yapıyormuş. Bana tattırdı. Gerçekten, bol cevizli, kalın ve müthiş lezzetli. Oralarda köme dedikleri Gümüşhane'ninkiler dahil bugüne kadar bu kadar bol cevizli ve lezzetlisini yemedim desem yalan olmaz. Bir kilo aldım. Biraz sonra, ben seni çok sevdim diyerek bir poşet içinde bir kiloluk bir dut pestili getirip hediye etti bana. Sonra da, her ne kadar ben satın aldığımdan yerim, teşekkür ederim dedimse de kesip kesip orçik ikram etti. Ben de ona içmekte olduğum Şiraz şalgam suyundan ikram ettim. Çok güzelmiş dedi ve güzel sohbetimiz ta artık ben köyüme gideyim dediği akşama kadar devam etti.
Bu arada, hafif hafif başlayıp artan yağmurda arabanın içine girince, şu ana dek altı hafta süren, en az bir o kadar daha sürecek gibi görünen Büyük Türkiye Turunda, günde üç beş saat uykunun getirdiği yorgunluk bana, hadi Sadık erkenden yat da güzel bir dinlen dedirtti. Ve yatıp uyudum misler gibi, bir yanda arabanın üzerine tıp tıp vuran yağmurun, diğer yanda hemen bir iki metre yanımdaki Munzur'un, bana ninni gibi gelen, çağıl çağıl çağlayan sesinde...
0 Yorumlar