Denizli Doğa Sevenler DOSEV Doğa Yürüyüş ve Gezi Grubu için yürüyüş rotası belirlemek hedefi ile Başkanımız Ümit Şıracı, Ali Osman Cancan ve Hüseyin Fidan arkadaşlarım ile Gölhisar- Fethiye Yolu üzerindeki Dirmil Geçidi'ni geçtikten hemen sonra Karaçulha Yaylası yakınlarındaki Balboura/Balbura Antik Kenti'ne gitmek için sabah 07:00'de Denizli'den yola çıktık.
Gölhisar'da mola verip sıcak kelle paça çorbalarımızı içtik. Kasaptan sucuk, fırından ekmek, marketten de soğan aldık, yürüyüş sonrası acıkacak olan midelerimizi şenlendirmek için.
Karşısındaki karlı tepelerin eteklerinde kurulmuş Balboura'ya inmeden önce 1595 rakımlı Dirmil Geçidi'nin zirvesinde bulunan buz tutmuş çeşmenin buz gibi suyundan içtik biraz nefeslenerek.
Yayla Karaçulha yerleşkesi girişinden hemen önce sağdaki toprak yola saparak bir buçuk km kadar ilerledik ve kentin bulunduğu yer olduğuna inandığımız noktadaki çeşmenin önüne park ettik.
İlerleyen saatlerde yaptığımız 1500-1800 rakımda 10 küsur km, 5+ saat süren yürüyüşümüzde dağlarda kurulmuş fakat günümüze nekropolündeki açılıp yağmalanmış birkaç ilginç lahit, heybetli kent duvarları ve birisi tepedeki akropole kurulmuş minik bir tiyatro ile birlikte diğeri aşağıdaki düzlükte bulunan iki tiyatrosu bulunan, definecilerin kaçak kazıları dışında kazma girmemiş, doğanın böğrüne basıp kuşattığı, tamamen yıkılmış ve ihmal edilmiş harika bir Likya (ve sonrasında Roma) kenti çıktı karşımıza.
Balboura, kendilerine Tirimiller diyen Likyalıların kurdukları minik bir dağ kenti. İşin ilginç yanı, bugünkü adı Altınyayla olan Dirmil ve Dirmil Geçidi muhtemelen adını Tirimiller yani Likyalılardan almış olmalı.
Karşılıklı iki tepe üzerine kurulmuş Balbura'da, bugün kuru bir sel yatağı şeklini almış vadide akan ırmağın üzerinde ortası yıkılmış fakat tepelerin eteklerindeki ayakları hala ayakta kalmış büyük bir su kemeri/köprü göze çarpıyor.
Balbura, Roma egemenliği döneminde Kabalia olarak biliniyormuş ve Kibyra, Boubon ve Oinoanda ile birlikte dört kent birliğine (Tetrapolis) katılmış.
Kentin nekropolü olduğunu düşündüğümüz, dere yatağının üst kısmındaki açık alanda mezar soyguncuları ve definecilerce binlerce yıl içinde açılıp talan edilmiş, ilginç oyma ve kabartmalarla bezenmiş lahitler dikkat çekiyor.
Bunlardan en ilgimizi çeken ise müzede koruma altına alınmasının gerekli olduğunu düşündüğümüz aslanlı lahit kapağı oldu.
Mezarlıkta (Nekropol) dikkatimizi çeken, sütun ve kirişleri (arşitrav) ile küçük bir tapınak (!) olduğunu düşündüğümüz bir yapı kalıntısı vardı.
Balbura'nun tepedeki akropolüne (şehrin yüksek kısmı) çıkmadan önce nekropolün güneyindeki vadi ve tepeleri dolaşıp - güneşli fakat dondurucu soğukta nasıl olacaksa - biraz ter atmak istedik ;)
İçerilerdeki bir vadinin üst tarafında rastladığımız, bembeyaz kar ve buz parçalarının çevrelediği, köpüre köpüre, gürül gürül akan buz gibi suyu ile bu çeşme bize doğa her şeydir ve su hayattır dedirtti.
Saatimize bakıp vaktin ne kadar çabuk geçtiğinin farkına vardığımızda; karların üzerinde tavşan, domuz, geyik, ayı, vb. bilimum canların izlerinin bulunduğu beyazlar içindeki bu rüya aleminden uyanıp geri dönerek akropole çıkmamız gerektiğine karar verdik.
Yer yer buz tutmuş dere boyunca ilerleyerek nekropolün kuzey batı tarafından akropolün bulunduğu tepeye tırmanmaya başladık.
Tepeye ulaştığımızda şehrin yer yer yıkılmış olmasına rağmen ayakta durmayı başarabilmiş dış duvarlarını gördük.
Duvarların 2 metreye yakın kalınlığı ve çokgen taşlar kullanılarak harçsız yığma olarak inşa edilmiş haşmetli duruşu bizlere; helal olsun, günümüzde böyle becerikli taş ustaları yok dedirtti.
Doğanın bir diğer mucizesi olan çiçeklerden yabani sıklamenler ise aylardan Şubat ve hala kış ama bu güzel güneşli havalar bizi kandırdı dercesine serpilmiş, adeta raks ediyorlardı bizlere gülümseyerek.
En tepeye ulaşıp, binlerce yıl önceki yaşanmışlıkların izlerini taşıyan yıkıntı kalıntıları taşların ve keramik parçalarının arasındaki sarp arazide güneye ve aşağıdaki vadiye doğru ilerlerken gördük ağaçların ve bodur bitki örtüsünün kuşattığı, 16 sıra oturma yerleri ile zaman zaman halk toplantılarının da yapıldığını düşündüğümüz küçük tiyatro (odeion) / meclis (bouleuterion) binasını.
Batı Torosların uzantısı olan karlı dağların manzarası ve duvarlardaki taş işçiliği ise yine göz kamaştırıcı idi.
Her biri şekil ve ebat olarak birbirinden farklı ağır çokgen taşların kenarları traşlanarak aralarında boşluk olmadan muazzam biçimde yerleştirilip hiç harç kullanmadan örülmesi, hem de ikibin küsur yıl önce, gerçekten takdir edilip alkışlanası değil mi ?..
Tiyatro/meclis binasının şirinliği ve güzelliğine doyamadan ayrılıp yamaç aşağıya, aracımızın bulunduğu yere inmeye başladık, şehrin yıkıntısı olan taş ve keramik kalıntıları ve güzel sıklamenlerin arasından.
Çeşmenin yanına bıraktığımız araca varınca, terden sırılsıklam olmuş giysilerimizi sırt çantamızdaki kuruları ile değiştirdik. Gölhisar'daki kasaptan aldığımız sucukları pişirip ekmek arası yaparak haşlanmış patates, soğan ve Ezel'in yakut kırmızılığındaki tanenli Bekilli Şalgam Suyu eşliğinde hüplettik ve midelerimize bayram yaptırdık. Üstüne de Cancan ve Hüseyin'in Alamanya ve İsviçre'den getirdiği çikolata eşliğinde sıcak filtre kahve bu soğuk havada içimizi ısıttı doğrusu...
Trimillerin tepede kurdukları akropol ise Roma döneminde aşağıdaki Çalkayık Yaylası düzlüğüne doğru genişlemiş. Biraz daha beride, Dirmil Geçidi düzlüğüne bakan tepenin eteklerinde Roma İmparatorları Septimius Severus (145-211) ve Geta'ya (189-211) adanmış üç kemerli kapısı olan şehrin giriş caddesi, adalet, intikam ve denge tanrıçası Nemesis'e adanmış tapınak, psikoposluk (*) kiliseleri ve agoranın bulunduğu bir bölüm daha var bir zamanlar nice hayatların yaşandığı ve söndüğü yükseklerdeki bu güzel kentte.
Gölhisar-Fethiye ana yolundan antik kente giden toprak yolun ana yola bakan sırtında, içinde birbirlerine sarılarak yan yatmış bir çift kabartmasının bulunduğu lahit kapağının da yer aldığı Roma dönemi anıtsal mezar evi (mausoleion) göze çarpıyor.
İki küsur saatlik eve dönüş yolculuğu için artık zaman gelmişti. Dönüşte, Kızılhisar olan eski kadim adının onikieylül sonrası her ne hikmetse (!) değiştirildiği leblebi diyarı Serinhisar'a uğrayıp mesir macunlu ve haşhaşlı leblebi ile keçiboynuzu/harnup aldık ve 19:30 gibi sıcak evlerimize vardık.
Bir keyifli keşif günü daha işte böyle geçti Can Dostlarla. Darısı bir sonrakine...
© SB
8 Yorumlar
Bu güzel keşif gününde hem yoldaşlık ve hoş sohbetlerler için Teşekkür ederiz ayaklarımıza ve gönlümüze Sağlık başka bir güzel rota da görüşmek dileklerimle,
YanıtlaSilSizin gibi Can Yoldaşlar ile her zamanki gibi gerçekten güzel ve keyifli bir keşif yürüyüşü oldu. Nicelerine sağlıcakla, dostlukla, huzurla...🙏
SilHarika! Bilinmeyen saklı tarihi kenti yazı ve fotoğrafları ile tanıdım , teşekkürler.
YanıtlaSilNezaketiniz için teşekkürler Arzu Hanım. Güzel yurdumuzun her köşesi doğası, tarihi, kültürü ve insanları ile gizli bir hazine. Keşfetmek için gereken sadece istemek...
SilDetaylı anlatım ve fotoğraflar için çok teşekkürler Sadık. Antik Balbura kentini sayende tanımış olduk.
YanıtlaSilTeşekkürler Gönül... Yıllar içinde yurt içinde ve dışında o kadar çok ilginç yere gidip yürüdüm ki yaşadıklarımı ve gözlemlerimi kendime saklamak yerine paylaşmamın daha doğru olup değer katacağına inanmaya başladım. Umarım tembelliğimi üzerimden atıp bunu gerçekleştiririm. Sağlıcakla, huzurla...🙏
SilSadıkcım emeğine sağlık. Anlatım o kadar güzel ki gitmiş gibiyim. Duymadığım bir kent sayende bu günü yeni bir bilgiyle kapattım. 💐Teşekkürler.
YanıtlaSilSenin de yüreğine sağlık Adsız'cığım...Öğrenmek güzel şey, yaşı yoktur... Ne demiş bir Çin bilgesi; İkimizin de birer yumurtası olsa ve değiş tokuş yapsak yine birer yumurtamız olur. Bilgimizi değiş tokuş yaparsak ikişer bilgimiz olur...🙏
Sil